Barış Demirel: “Hayal kuramadığım hiçbir yerde yokum!”
Profesyonel anlamda sahneye ilk çıktığı 2008’den bugüne dek grup ve solo projelerle arkasında 6 albüm bırakan ve şu sıralar 7. albümüne hazırlanan Barış Demirel ile uzun uzun konuştuk. 18 Aralık’ta da Zorlu PSM’de konukların da katılımıyla vereceği 10. yıl konseri için epey heyecanlı olan Barış’ın müzik hikayesine ortak olmaya ne dersiniz?
Batıkan BAKSI / batikanbaksi@gmail.com
Barış merhaba! Beatsommelier’e hoş geldin, neler yapıyorsun bugünlerde, hayat nasıl gidiyor öyle başlayalım istersen?
Heyecanlıyım. Bu ara önümde konserler var. Hem İstanbul’da hem de yurt dışında. Onun haricinde yeni bir albüm kaydediyorum. O albüm de bu sefer trompete daha çok ağırlık verdiğim bir albüm olacak. Bir süredir öyle bir albüm yapmıyordum zaten. Onlarla uğraşıyorum. Evde oturup oyun oynuyorum. Bir de eş-dost görmeye dışarı çıkıyorum bazen. Öyle tatlı bir dönem geçiriyorum diyeyim kendim için.
Şimdi seni biraz ilk sahneye çıktığın dönemlere ışınlamak niyetindeyim. Yanlışım yoksa 2008’de ilk amatör sahne deneyimini yaşamışsın, nasıl olmuştu bu?
2008’de ilk olarak kendi şarkılarımı çalarak sahneye çıktım. Ki onu yapabilmek de çok zor bir şeydi özellikle o zamanlar. Ama bir mekan vardı, Peyote. O dönem amatör şekilde ilk konserini verecek bir gruptuk, Peyote’de Cuma gününü vermişti rahmetli Hakan Orman bana. Ve bir de o zamanki grubumla çok basit şeyler yapıyorduk yani ortada tam bir müzik var bile denilemeyecek şekildeydi. Gerçekten ilk defa 2008’de Peyote’de konser vermiştik kendi şarkılarımızla.
Peki bugünü de düşünerek 2008’de sahneye ilk kez çıkan heyecanlı Barış’ın omzuna dokunacak olsan ona o an ne söylerdin?
Yani (düşünüyor) ne derim… Bir şey demem ya! Kafasını da karıştırmayayım onun. Çünkü o yıllardaki Barış, zaten 20’lerinde daha… Yani şimdi 30’larımın son evrelerine geçtim. 2008’de tam 20 yaşındaydım. Evet, hiçbir şey demem çünkü kafası karışacak, panik olacak. O yolda, dayak yiye yiye ya da heyecanlana heyecanlana ilerlesin. Ulaşmak istediği, kendini kanıtlamak istediği, gazlandığı bir sürü şey var. O, bu zamana kadar yolunda ilerlerken dayak yiye yiye öğrendi. Hâlâ da öyle. Ama şimdi sonunda ayağım biraz daha yere basıyor. Hâliyle artık çok zaman geçti onların üstünden, çok tecrübeler yaşandı. O yüzden ona bakardım şöyle; keyfini çıkarmasını isterdim. “Boşver!” derdim yani.
“Ben hiçbir zaman cazcı demedim kendime!”
Yıllar içinde niş bir kitleden daha geniş bir dinleyici profiline eriştiğine hepimiz şahidiz. Başlarda seni cazcı olarak niteleyip uzak duranlar müziğindeki zenginliği görünce kendiliğinden dahil oldu yolculuğuna aslında. Bu değişimi neye bağlıyorsun? Çünkü aslında sen ilk günden beri aynısın, nasıl bu kadar yayıldı BD Deneyimi?
Abi çok güzel bir soru sordun! Ben aslında hiçbir zaman cazcı demedim kendime. Caz müziği de yapmadım. Türkiye’de de hep iyi caz festivallerinde sahne şansı buldum. Dolayısıyla trompet çaldığım için caz yakıştırması yapılıyordu. Ama günün sonunda baktığımda rock, hip hop, işte biraz da elektroniğe göz kırpan çok çeşitli bir müzik yapıyordum. Sevdiğim şeyleri bir araya getiriyordum böylece. Kafamdan çıkan müziğin bir kolajıydı bu. Aslında kompozisyonuydu. Tabii o dönem içinde, bu zamana kadar gelenler gidenler oldu; hem grup zamanında hem de solo zamanımda çalıştığım bir sürü müzisyenle, insanla fikir alışverişleri ya da yaşanmışlıklar meydana geldi. Dolayısıyla bu da, bu zamana kadar benim daha iyi algılamama sebep oldu müzikal yolumu. E tabii şimdi bir BD Deneyimi diye bir şey çıktı, çıkardım daha doğrusu son 2 yıldır. Yani sahneye çıkıp 90 dakika boyunca hiç durmadan insanlara bir şeyler çalıyorum. Artık bir diskografim var, 7. albümüm geliyor. Elektronik var, deep house var; hip-hop var, pop var, rock var. Sahnede bir adam bir sürü şey yapıp, insanlara trompetiyle, vokaliyle, oradaki oyuncaklarıyla bir deneyim sunuyor. İyi hissettirmek istiyorum gelen insanları da. Yani aslında elimdeki malzemeleri sunduğum bir deneyim. Şarkı söylemek biraz daha işin içine girdiği zaman daha farklı kitlelere de hitap edebilmeye başladım. Biraz daha büyümeye başladı iş. Beni sadece önceki Barıştık Mı? projesinden bilenler, artık farklı bir yüzüm olduğunu da gördüler. Eskiyi yeniyle pişirdiğimi gösterirken sahnede cover da yapmaya başladım. Tek kişi olarak da sahneye çıkabiliyorum, beş kişiyle de çıkabiliyorum. Dizginleri biraz ele aldıktan sonra bu konuda rahatladım.
Şimdi tarzlardan bahsettik biraz, sen müziğinde caz, elektronik, hip-hop ve hatta Türkçe pop’tan ilham alıyorsun.
Evet ya, o da var tabii ki! Hepsinden ilham alıyorum.
“Günün sonunda yapmak istediğim müziği, sevdiğim şeyi biliyorum…”
Peki bu türler arasında yolculuk yaparken kendi tarzından sapmadan nasıl bir denge kuruyorsun? İnsan kaybolur nihayetinde bazen yolculuklarda.
Kaybolduğum oluyor. Çok doğru. Bazen bu ev stüdyosunda oturup; çalışıyorum, çalışıyorum, çalışıyorum ve duruyorum. “Resmen zehirlendim” diyorum. Hiçbir şeye dokunmadan bırakıyorum, aşağıya iniyorum. Biraz ara veriyorum, başka şeylerle vakit geçiriyorum. Bu müziksiz bir süreç oluyor. Kafamda hayatta kalma ve yaşam dertleriyle birlikte müzik de çok iç içe girdiği zaman kendimi iyi hissetmiyorum. Ama günün sonunda yapmak istediğim müziği, sevdiğim şeyi biliyorum. Yani hangi müzik türünü yaparsam yapayım ya da hangi müzik türlerini içine katarsam katayım ben kendi müziğimde ilerliyorum. Biliyorum ki orada kendi ifademe dair bir şey var. Onu eğer müziğime koyacaksam, ifadem dahilinde ve kendi süzgecimde koyarım. O zaman da odadan mutlu çıkıyorum işte. Bu konserlerde de, albümlerde de, birilerine konuk olduğumda da, düet yaptığımda da böyle. Orada önemli olan şey kuşkusuz ki ifade. Nihayetinde, bu kadar yıl sonunda kendime ait bir ifadem var artık. Ondan kaçmadıkça ne yaparsam yapayım, hangi tarzı çalarsam çalayım, artık samimiyet mi diyeyim, gerçek olan mı diyeyim, ben olan mı diyeyim; o çıkıyor ortaya. Ama tabii kendini bulmak çok uzun sürüyor. O süreçte başkalarını taklit ederek de artık yavaş yavaş kendi yolunu buluyorsun. Yolda, dayak yiye yiye…
Aslında kendi yolunu bulmaktan bahsettin şimdi ama bu süreçte kendine bir oyun alanı yaratmayı seviyor musun? Ya da kaybolmak güzeldir dediğin oluyor mu?
Neyin, nasıl olduğuyla alakalı bu durum. Tamam bazen kaybolmak güzel ama… Bir şeyi yaparkenki kaybolma sürecinde yine de bir inancın, bir tutunma noktan yoksa fade-out olursun gibi düşünüyorum. O yüzden, dediğim zehirlenme de tam olarak o. Bazen başka kaygıların araya girdiği zamanlar oluyor. Ama kimi zaman da şöyle şeyler yaşanıyor: Deniyorum, deniyorum, deniyorum. Kafamda bir aranjman var mesela şarkıyla ilgili. Onu deniyorum. Sonra bir yerlerinde kayboluyorum. Başkalarının parçalarına benziyor. Benimle alakalı bir ifade çıkmıyor onun içinden. Bir şey oluyor ondan sonra. Trompetle bir melodi yakalıyorum. Ya da geçmişte kulağıma çalınan bir sesi duyuyorum. İlham aldığım bir anla karşılaşıyorum oralarda. “Aa, bu oldu” diyorum. “Tamam, bu olabilir. Buradan gidebilirim”. Ama mesela şurada bir sürü proje dosyaları var. Açsam sana, bazılarına gülersin yani. Çünkü inanmışım, kendimi kandırmışım. Saatlerce üstüne çalışmışım. Ertesi gün dinleyip, “bu ne kadar iğrenç bir şey, bu ne kadar ben değil, bu ne kadar kötü!” diye şok geçiriyorum. “Ne kadar samimiyetsiz bir şey” deyip bıraktığım çok iş var anlayacağın. Fakat öyle de anlıyorsun durumu. Daha sonra inandığın ve tatmin olduğun bir iş, bu elemelerden sonra çıkıyor.
Biraz da “Fail Play” albümüne gelmek istiyorum, benim seni tanıdığım albümdü bu…
Kayıtları 2016’da başlamıştı “Fail Play”in. O zamanlar albüm çıkarmak da kolay değildi. Herkesin albümü yoktu. Plak şirketine bağlısın bir kere. Kaydedildiği zamanlar 27 yaşında falandım. Yine de çok ciddi bir çalışmanın ürünü. 4 kişinin ortak albümüdür o.
Birçok insanın da seni bununla tanıdığı bir albüm aslında.
Kesinlikle. Çok yol açtı bize. Hem gruba hem de bana çok anılar, deneyimler bıraktı. Çok yerde çaldık bu albümü.
“Fail Play”den sonra artık her şeyine kendimin karar verdiği, bütün enstrümanlarını kendimin çaldığı bir albüm yapmak istiyordum.
“Fail Play”den sonra bir kırılım oldu senin hayatında ne oldu da “ben artık tam manasıyla şarkı da söylemeliyim” diyerek sesini de kattın şarkılarına? Ve bundan sonra dinleyicilerin ikiye bölündü mü, enstrümantal ya da sözlü şarkıları sevenler olarak?
Barıştık Mı? solo proje olarak başlayıp sonrasında “Fail Play” albümünü yapma yoluna girince artık olay bir grup müziğine döndü. Ama grup müziği söz konusu olunca da ortak karar ve ortak akıl işin içine girmeye başlıyor. Yani ben de, günün sonunda kendi istediği olsun isteyen birisiyim. Oylama yapılarak bir müziğe karar vermek gibi şeyleri de istemiyorum. Evet, çok güzel bir iş çıktı. 2010’ların en iyi albümlerinden birisidir bu; pek çok kişi öyle görmüştü, hâlâ da öyle deniyor. Ama artık bende bunu sürdürebilecek güç yoktu. Hâlim yoktu açıkçası. Kendime ait, her aşamasına kendimin karar verdiği bir müzik yapmak istedim. Yani “Fail Play”, evet Barış Demirel-Barıştık Mı? projesidir. Aslında dört kişinin albümüdür. Çoğu beste benimdir ama öyle bir müzik ki o, singer-songwriter müziği değil. Her yerinde herkesin işlediği bir şeyler var. O yüzden böyle bir solo kariyere giriştim. Bu projeyi de kapattım. Çünkü artık yerim yoktu. Hem insanlarla tartışacak hem de ortak akıldan yürüyecek, sabredecek bir durumda değildim. Şarkı söylemek kısmına gelince… Pandemi zamanıydı zaten “Mutluluklar” albümü. O da o senenin en iyi albümleri arasına girmişti. Hatta Apple Music, Türkiye’deki son yılların en iyi albümlerinden biri olarak seçmişti. Ben de hak veriyorum onlara yani. Niş bir albümdü o dönem “Mutluluklar”. Şarkı söylemek istiyordum ben zaten. Pandemide daha bir sevdim. Bir iki konseri oldu Barıştık Mı’nın. Orada da çok sevdim şarkı söylemeyi. Gruba hiç sokamadığım eski bestelerim vardı. “Bunlar farklı müzikler” dediğim. “Trompetin yine kendini ortaya koyduğu ama bir singer-songwriter müziği sayılacak ve bir tarza bağlı kalmayacak şekilde neler yapabilirim?” diye düşündüm ve onu yaptım. Dolayısıyla bu şekilde başladı. Sonra “bunu biraz daha böyle ilerleteyim” dedim. Sonra “Bi’ Aralar İyiydim” albümü geldi. Bu sene çıkardığım albüm var. “Dans Pisti Cenazesi”. En az trompet çaldığım albümdür o mesela. Eskiden kendimi trompet üzerinden kanıtlama durumum vardı. Çok deneyimler yaşadım bunun üzerinden. Zorluklar aşıldı. Sonra hep trompet, hep trompet. Benim kendime ait olan müziğimde vokal de var. İlk Barıştık Mı albümünde de vardı. Ama bunu da özellikle az tutmuştum. Ama sonra dedim, ben şarkı söylemeyi de seviyorum. Mesela şimdi yeni bir albüm yapıyorum bu sefer konukların daha çok şarkı söylediği benim hep trompet çaldığım, bir iki şarkıda vokal yaptığım bir proje. Yani sürekli bozmak istiyorum bir şeyleri; bir şeyi yapıp tatmin oluyorum, onunla vedalaşıyorum: “Abi artık sen bana bağlı değilsin, seni çalarım konserlerde ama sen sadece ben değilsin, beni anlatan tek şey sen değilsin” de diyorum. Mesela herkes her ay şarkı çıkartıyor. Ben her sene albüm çıkartıyorum bunu yapacağıma. Aslında aynı hesap yani. Ama bir konsepte bağlıyorum bunları. Bir sınırın içinde oluyorlar. Şimdi yeni bir Barış Demirel albümü çıkacak. Ondan sonra da albüm yapmayı belli bir süre düşünmüyorum. Ama hep böyle ilerliyor bu süreçler. Yani… Bir albümle, bir projeye ayırdığım o sabrı artık diğerine ayırmak istemiyorum. Diğerinde başka bir alan açmak istiyorum kendime. O, kendini çok belli ediyor prodüksiyon anlamında da.
Bir nevi challenge aslında. Her seferinde kendinle bir challenge gerçekleştirmek mi?
Challenge da denilebilir bir anlamda ama şu da var: Yeni bir şey istiyorum. Yeni bir challenge. Kendimi kanıtlamak üzerine değil. Yani bir film gibi düşün işte. Hepsi bir proje. Benden çıkan müziklerin ucu yoksa çıkan albümlerin de bir yerini kısıtlayamam. Bu “Dans Pisti Cenazesi” projesiydi. Bi’ Aralar İyiydim ve Mutluluklar birbirine yakın olan projelerdir. Mesela, dinleyiciler demiştin… Tabii ki de bölünen bir dinleyici kitlesi var. Barıştık Mı? ile sadece solo projenin arasında kalan dinleyiciler var. “Abi hiç öyle eskisi gibi müzikler yapmayacak mısın?” diyenler var. Beni ‘Kâkülünde Ak Oldum’ ile tanıyıp direkt sözlü şarkılarıma bağlanan insan da var. O yüzden şimdi son albümde bunun bir ortasını bulacağım. Hem konuklar olsun hem şarkı da söyleyeyim. Ama trompeti unutmadığım bir konsept. Çünkü son albümden sonra bu tarz düşüncelere girmiş insanlar olabilir. Dolayısıyla “arkadaşlar bakın, trompet de burada” diyebileyim. Zaten konserlerime gelen insanlar bilir ki, 90 dakikanın bir saatinde adam orada trompet çalıyor yani.
Tabii enstrümanist demişken trompet gibi güçlü bir enstrümanla sahnede yer almak, performansına nasıl bir boyut katıyor sence? Enstrümanist bir şarkıcı olmak, anlatmak istediklerini daha güçlü bir şekilde ifade etmeni sağlıyor mu?
Bence kesin öyledir. Elinde bir element var bir şeyler yaratabileceğin. Ben her gün hâlâ en az 1,5-2 saat trompet çalışıyorum. Röportajdan önce de trompet çalışıyordum örneğin. Yani müziğe vakit ayırmayı seviyorum. Müzik her yerde benim için. Hayatımın parçası, klişe bir tabirle. Kendimi ifade edebileceğim yollar da o kadar açılıyor. Dolayısıyla elimde üzerine çalıştığım enstrümanlar, müzikler, kendimi var ettiğim bir şeyler olduktan sonra ben bunları sahnede, gönül rahatlığıyla ve durmadan 90 dakika ya da 2 saat boyunca gösterebiliyorum. Bu çok hoşuma gidiyor. Eskiden ben sahnede sabit durarak çalıyordum. Ve bunu çok eleştirirdi insanlar. Bu ne zaman bozuldu biliyor musun? 2020’den sonra. İyi ki de oldu diyorum. Çünkü dedim ya bir sınırım yok benim diye. Ya ben niye bunu böyle çalıyorum? Niye oturarak çalıyorum? diye düşündüm. Zannediyordum ki oturarak çalarken daha kontrollü çalıyorum. Hayır abi! Tabureyi de kaldırdım. Ayakta durmaya başladım. Bunların hepsi yeni yeni oluyor ve bunların bir sebebi yok. Madem bunu istiyorum, madem seyircinin daha çok bende olmasını istiyorum, madem seyircinin şarkılarımı söylemesini istiyorum; bunları yapmak zorundayım. Geçen gün küçük bir konser verdim. Radyo Modart‘ın açılışıydı. Seyirci “Kanadıkırık”ın melodisini ağzıyla mırıldanmaya başladı. Metallica mısın abi? Barış ne oluyor? (Gülüyor) Çok hoşuma gitti. O küçücük yere gelen insanların enstrümantal bir şarkıyı mırıldanması beni çok mutlu etti. Bunları istiyordum ve o yüzden bunları daha çok böyle sunayım dedim. Çünkü kendimi göstermezsem, görünmezin tekiyim. Kimsenin umurunda olmadığımı biliyorum. Herkes kendi derdinde. Ben de öyle. Geriye kalan tek şey yine günün sonunda Barış. Ben Barış’ın mutlu olmasını istiyorum. Barış’ın mutluluğunu düşünüyorum ve elimdekini de kullanıyorum. Artık kendimi kanıtlama kısmını geçtim çünkü. “Merhaba ben varım. Merhaba ben Barış, trompet çalıyorum ya da şarkı söylüyorum.” Hepsi bu kadar. Yeni bir jenerasyon geliyor artık. Kendi müziklerini yapan çok insan var ve ben artık o kısmı geçtim. O yüzden mutluyum. Hep heyecanlanıyorum!
“Kitlemin oluştuğunu daha yeni fark ediyorum!”
O önemli zaten. O heyecanını koruduğun sürece… Ne yaparsan yap. Seni bir kişi bile dinliyorsa aslında o heyecanını hep diri tutar diye düşünüyorum.
Yani… Evet. O bir kişi diri tutuyor. Daha çok kişi dinlesin istiyorsun. Ben kitlemin oluştuğunu daha yeni fark ediyorum. Hani kendime ait olan kitlem iki yıldır var. Konserlerde boşa çalmayınca bunu fark ediyorum. Çünkü ben çok boş konserde çaldım. Ama bunu istiyorsan boşa çala çala geleceksin bulunduğun yere. Çok kolay kafasını düşürebilen bir insan da olabiliyorum. Panik olabilen, kaygılı bir insanım. Ama yani aklımı kaybetmemek için çalışıyorum sürekli. O iyi tutuyor beni.
15 yılı aşkın süredir yolunda ilerlerken üretim hızını da aslında epey yüksek tutuyorsun. Neredeyse araya eklediğin single’ları saymazsak her sene bir albümün çıkıyor ki o arada sen yeni albümlere de hazırlanıyorsun. İlhamını bu kadar sürekli hâle getirmeyi nasıl başarabiliyorsun?
Bir kere bu odaya girdiğim anda sürekli fikirler kaydediyorum. Genelde albümler şöyle başlıyor: “Ya hadi yeni bir şarkı çıkarayım diyorum” sonra bakıyorum ki “aa bu şarkı da vardı, bunu da yapayım” diyorum. “Mutluluklar” albümü dahil çıkardığım bütün solo albümler EP olacak diye başlayıp, sonrasında “hadi bunu da yapayım, hadi bunu da düzenleyeyim” dedikten sonra 7 şarkılık albümlere dönüşüyor ki istesem 10 şarkılık da yaparım ben o albümü. Çünkü buradayım, her şeyi kendim çalıyorum. Öğrendim bunu yapmayı. Benim işim bu. Nihayetinde artık yıllar sonra ben bundan para kazanmaya, kendimi geçindirmeye başladım. Sadece müzik yaparak duygusal olarak da bunun karşılığını alıyorum. Artık diyorum ya insanlar beni dinlemeye başladı, görüyorum o şarkı söyleyenleri. Bunun maddi ve manevi olarak bana geri dönüşü olmaya başlayınca daha çok şevkleniyorum. İnanılmaz bir sirkülasyon var. O yüzden de kendimi taze tutmam lazım. Mesela daha bu sene elektronik – deep house sound’larına göz kırpan bir albüm yapmışken tekrar onu yapamam.
“2017’de hiç müzik yapmadım!”
Ben müzisyenlerin üretim süreçlerini onlardan dinlemeyi çok seviyorum ya! Senin üretim pratiklerini de merak ediyorum çünkü az önce söylediğim gibi yalnızca çalıp söylemiyorsun, prodüktör bir kimliğin de var, bence iş senin için biraz daha mükemmeliyetçi ilerliyordur.
Bir şarkı yaparken telefonuma bazı notlar yazıyorum. Bazen beylik laflar oluyor bunlar, bazen de kendime yabancılaştığım ya da güvensiz hissettiğim zamanlarda yazdığım bazı notlar. Onları okuyorum, bakıyorum ve “burada böyle bir duygu var” diyorum. Bir şey bulmuşum. Bak bu müzik, bu söze ne kadar güzel olur. “Bunu bu insanla birlikte yapsak; hatta gelip bazı kısımlarını bu adam ya da bu kadın söylese” diyorum. Öyle hayaller kuruyorum, yükseliyorum. Mesela albümün yapım sırasında Konya treninde, albüm kapak tasarımları falan düşünüyorum. Ne istiyorum, ne düşünüyorum? Hep hayal kurarak. Hayal kurabildiğim, kendimi mutlu hissettiğim zamanlarda ve durumlardayım. Hayal kurabildiğim insanlar, mekanlar, müzikler, projeler… Bunları çok seviyorum. Hayal kuramadığım hiçbir yerde yokum. Geride bıraktığım çok insan, geride bıraktığım çok mekan ve çok anı var. O anıları seviyorum. Maziyi de seviyorum. Ama şu anda artık öyle bir yerim yok. Bu normal günlük ilişkilerle de çok alakalı yani. O yüzden hayal kuramayacağım her şeyle vedalaşıyorum. O süreci de hemen anlamıyorsun, duruyorsun böyle. Bir şeyler var, bir şeyler oynuyor içinde… Bir sıkıntı var. O sıkıntıyla vedalaşamıyorsun ama sonunda vedalaşmak zorundasın. Fakat sonuçta “bu benim bir parçam değil diyemem” yani. Hepsi benim bir parçam. Geçmişteki bütün o insanlar, mekanlar hepsi benim parçam. Sevmediğim insanlar da benim bir parçam. Ama bunu rahat bir yerden demiyorum tabii. “Ah işte, olgunluk” falan. Hayır ne olgunluğu lan? Deneme yanılmayla hâlâ tokat yiye yiye yaşıyorum. Şimdiki hâlimi biraz daha seviyorum. Pandemiden sonra belki de kendimle daha iyiyim. O zaman da müzik yapıyorsun. Benim hiç müzik yapmadığım bir zaman var abi! 2017’de ben hiç müzik yapmadım.
Gerçekten mi?
Evet, hiç. Arada jam session’lara falan gittim. Zaten 20’den 30 yaşıma kadar haftanın 6 günü sevmediğim işlerde çalıştım yani. Verimsiz bir dönemdi. Şimdi artık bu yaşlarımda sevdiğim şeylerin değerini daha çok biliyorum. Kendimin de yine aynı şekilde değerini daha bir farklı biliyorum. Şu an çalıştığım insanları seviyorum. Hayatımda olan insanları da. Gerçekten mutlu olduğum insanlarla birlikteyim ya. Hem duygusal hem de iş yaptığım açıdan.
“Konserlerde beni tatmin eden sayıda seyirci olmasa o hareketleri yapamam…”
BD Deneyimi’nden bahsetmiştim az önce. Senin konserlerin gerçekten de bir deneyim sunuyor insanlara aslında ve bence asıl bağlayıcı noktası samimiyet. Yerli ve yabancı seyircilerle yakaladığın uyumu nasıl anlatırsın? İletişiminiz nasıl mesela?
Sana bir şey diyeyim mi? Orada beni tatmin eden sayıda seyirci olmasa aşağı inip o hareketleri yapacak cesareti bulamam çünkü şunu fark ediyorum; kendi konserimde insanlar benim şarkılarımı duymak için gelmişler, sıradan bir etkinlik var diye gelmemişler oraya. E artık bir diskografim oluştu. Konsere gelip o şarkıları söyleyecek insanlar. Aşağı inip “hadi zıplayalım” dediğinde zıplayacaklar. Yani bunu zaten bunu herkes yapıyor. Bütün özendiğim rockstar’lar sahneye de atlıyorlar. Ben öyle bir şey yapamam, garanti. Öyle bir kitlem olsa bile yapamam yani. Biraz da eskiyi düşünüyorum; yani biz ne kadara ne içerdik, ne yerdik, hangi konserlere gittik, hangi festivallere gittik? Bunları hep harçlığımızla yaptık. Yurt dışına harçlık biriktirip gidip tatil yaptık. Şimdi izleyici geliyor konsere… Konserde bir şeyler içecek ya da kız arkadaşıyla gelecek mesela. Dönüşü var, taksisi var. Bakıyorsun bilet fiyatlarına, o da çok pahalı. Daha büyük isimlerin konserleri çok daha pahalı. Beni dinleyen kitle zaten 25-35 yaş arası. Ve bu insanların çoğu öğrenci. Ben de bu insanları mutlu etmek istiyorum. Oraya geldiklerinde güzel bir performans görsünler. %100’ümü vereyim o insanlara ben. Ter içindeyken onlarla beraber birbirimize karışalım ve oradan iyi çıkalım. Benim onlara attığım cool bir bakışım yok. Bir soğukluğun manası yok yani. Onlar benim için oradalar. Beni görmek için, beni duymak için oradalar. Bunun ne kadar değerli olduğunu şimdi daha çok anlıyorum. Daha çok öğrenci gelsin, dinleyebilsin istiyorum. Ne istiyorsam da onu yapıyorum. İlham veren bir sürü insan var bana bu konuda. Sahnelerini izlediğimde “ne kadar güzel” diyorum, “ne kadar kendi gibi” diyorum. Mesela Büyük Ev Abluka’dan Gülinler’e bayılırım ya da mesela yine oyuncu bir arkadaşım var Ceren Moray… Bazen düşünüyorum “nasıl bu insanlar böyle oluyorlar” diye “nasıl böyle sanki hiç bilinmiyormuş gibi hiç egoları yokmuş gibi davranabiliyorlar” diyorum. Böyle böyle rahatladım işte.
Konserlerinde hiç beklemediğimiz şarkıları duyabiliyoruz senden. Bazen bir Türkçe pop şarkısıyla 90’lar diskolarına, bazense Kayınço ile bir Trakya düğününe dönüşüyor performansların. Peki bu durumda önce senin eğlenmen mi temel faktör? Ben eğleneyim ki seyirciyi daha da ateşleyeyim mi diyorsun?
Tam olarak öyle. Yani bu coğrafyada yaşıyorsak insanları neyin eğlendirdiğini aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Benim dertli şarkılarım çoktur baktığında. Ama ben insanlarla hep beraber eğlenelim istiyorum. Bir yandan kah gülelim, kah eğlenelim. Bazı şeyler var. Tek bir tarza bağlı değilim ama en azından Barış’ın filtresinden geçiyor gibi sahnede söylediklerim. Bunu dikkate alarak çalıyorum. ‘Kayınço’ 9/8’lik bir şarkı, insanlar oraya gelmiş konsere 1,5 saat konseri dinlemiş, bildiği şarkıları söylemişim, onlar da eşlik etmiş. Ama insanların sevmediği bir şarkıyı da orada çalmış olabiliyorum. Bu yüzden de konserin sonuna doğru Roman havalarının da olduğu bir sete dönüşmeye başlıyor performanslarım. Başka şarkılar da var yine Roman esintilerinden olan. Çok seviyorum ben. Bir dönemin Doublemoon arşivini kurcaladığımız zaman inanılmaz şeylerle karşılaşıyoruz. Mesela Fatih Akın‘ın Köprüyü Geçmek belgeseli bir harikadır. O belgeselde müzik duyduğumuz yerlere özellikle Doublemoon öyle güzel dokunuşlar yapmış ki, inanılmaz… Doublemoon çok büyük bir şey yani. O eski Babylon… Bir Doublemoon geçti bu diyarlardan. Eski Pozitif inanılmaz bir kültür mirası bıraktı bize. Burhan Öçal da onlardan biri, BaBa ZuLa da ona keza. Murat Ertel benim ışığımdır. Hatta beraber yaptığımız bir çalışmamız da olmuştu. Ne zaman bir şeylere kafam takılsa, zihnimdeki eleştirilerin ve özgüvensizliklerin altında kaldığım bir dönem olsa onu hatırlarım hep. Bu çok önemli bir şey. Ona da söylerim zaten, “ışığımsın” derim. Yeri ayrıdır onun bende. BaBa ZuLa’nın sahneleri de benim için büyük ilhamdır.
“Roxy, benim hayatımda bir rüzgar bence…”
Barıştık Mı? projenle Roxy Müzik Günleri’nde birincilik elde etmiştin ve yıllar sonra bu yarışmanın jüri üyelerinden biri oldun. Bir zamanlar o sahnede müziğini duyurmaya çalışırken şimdi yeni insanların sesine kulak vermek sana nasıl hissettiriyor, senin açından duygulu olmalı biraz 🙂
Abi Roxy çok acayip bir şey hayatımda! 90’lardan beridir hep böyle abilerimden, ablalarımdan, müzikle uğraşan insanlardan biliyordum. Çünkü müzik için alternatif olan tek yarışmaydı. Bu tür yarışmalara ihtiyaç olunan bir dönemde Roxy çok önemli isimler çıkardı. Ve bu isimler üzerinden her sene Roxy de devam edebildi. Böyle bir çığa dönüştü mevzu. Ben Roxy’e; 2007, 2009, 2010, 2011’de katıldım. 2007’de ve 2009’da finale kalamadım o zamanki gruplarımla. 2010’da bir ikincilik, 2011’de de birincilik oldu. 2011’den beridir de jüri olmasam da gidip yancılık yaptım. Çünkü oradaki jüriler hem benim kariyerimdeki abilerim-ablalarım hem de arkadaşlarım. Onlarla beraber muhabbet etmeye gidiyordum, öyle takılıyorduk. Ardından seneler sonra durdu bu iş. Şimdi tekrar yapılırken alttan sürekli jenerasyon gelmeye başladı biz de kırkımıza geldik. Son 3 senedir de jürilik yapmaya başladım. Bir de jüriliğin dışında; bir yandan arkadaşlarımı senenin dört günü üst üste gördüğüm, her gün yemeklerin yenildiği, bir şeylerin içildiği, piknik gibi bir etkinlik oluyor benim için. Beraber buluşma yemeği, aile yemeği gibi… Roxy, benim hayatımda bir rüzgar bence. Çünkü trompetimle kendi müziklerimi yapabileceğimi bile düşünmüyordum. Çok yeni başlamıştım. 2008 gibi başladım trompete. Kim dinler, ne yapar falan derken, Roxy’de daha o zaman solo proje de yapmamıştım. Grupla çalıyordum ama kendi ismimle çıkmaya; Barış, Barıştık Mı gibi bir şeye cesaretim yoktu. Roxy’de birinci olunca, “ne oluyor ya, şaka gibi” dedim. Roxy ödülünü aldığımda sabah 5’te kalkıp işe gitmiştim. Bu birinciliğin ardından Peyote‘ye gittim. O zaman Hakan Orman’dan sahne istemiştim. İlk konserimi de Roxy’den sonra Peyote’de vermiştim. Bu zamana kadar da geldik. Ama şunu da söyleyeyim, devamını getirmeyeceksen orada bir ödül almanın da bir manası yok. Devamını getirmek senin elinde.
Roxy’den bahsetmişken, 2000’lerin son yıllarında birçok mekanda yavaş yavaş müziğe adım atmış birisi olarak o zamanların mekan kültürüyle bugünkü mekan kültürü arasında meydana gelen farklılıklar seni ve müziğini nasıl etkiliyor? Mesela bir yerde Peyote’den bahsederken Peyote Meslek Lisesi demişsin, bugün böyle bir eğitim alanı var mı sence müzisyenler için?
Bence yok. Ama bu ülkede Tayfun Polat, Hakan Tamar, Murat MRT Seçkin gibi isimler oldukça bu tür mekanların kültürleri bir şekilde yaşayabilir. Ama emin de değilim, bilmiyorum abi çünkü jenerasyon sürekli değişiyor. Gelenler, gidenler hep değişiyor. Millet ülkeyi terk ediyor zaten artık zorunlu olarak. Mesela Karga’yı örnek vereyim. KargArt’tan sonra bir dönem eskisi gibi değildi. Murat oradan çekilmişti. Şimdi o tekrar gelince çok mutlu oldum. Çünkü Murat bu kültürü orada bir sorumluluğu olmadan da yaşatabilir. Murat umut verici bir insan, sürekli bir şeyler üreten ve inandığı şeyleri desteklemeyi çok seven birisi. O yüzden Karga, şu anda bir mekan olarak o potansiyeli taşıyan tek yer. Onun dışında tekrar Peyote açılacakmış. Bilmiyorum kim açıyor, niye açıyor, nasıl olacak bilmiyorum. Orayla alakalı çok bir fikrim yok. Ama geçmişte hepimize çok önemli izler bıraktı Peyote. Peyote bambaşka bir rüyaydı. Müşteri olarak, müdavim olarak gidenler için de bambaşka bir yerdi. Hepimizin bir Peyote anısı vardır. Bazen bazı muhabbetlerde Peyote bizi aynı noktada kesiştirir: “Aa öyle mi olmuştu? Bak benim bu anım var. Ben şöyle kovulmuştum Peyote’den.” gibi. Onun dışında artık mekanlar da değişiyor. Müzik dinleme, müzik yapma ve müziğe alan açma şekilleri değişti. Türkiye’de sanatın kolektif bir şekilde yapılabileceğine inanan insanlar var. Bilmiyorum, yurt dışında yapabiliyor gerçekten insanlar galiba ama Türkiye’de kolay kolay kolektif bir şeylerin yapılabileceğini sanmıyorum. Demokratik bir şeylerin yapılabileceğini düşünmüyorum sanat alanında. Yola çıkarken manifestolar çok güzel. Çıkışlar, cilalamalar, etkinlikler çok güzel. Ama içeride hep kavgalar, bir şeyler var. Kavga bazen kenetler insanları birbirlerine, birbirleriyle tanıştırır. Ama burada kavganın sebebi başka şeyler olabiliyor sanırım. Tabii umut veren şeyler de var. Bak geçen gün Radyo Modart açıldı. Hatta açılış günü de ben çaldım. Tayfun Polat ve Hakan Tamar’ın işi. İkisi de benim için çok önemli. İnsanlar. Türkiye’de alternatif müziğin hala don kişot’u diyorum onlara.
“Sahnede hiç yer vermediğim şarkıların da olduğu şekilde 10. yılımı kutlamak istedim…”
Son olarak da 18 Aralık’ta şimdiye kadar hiç sahnede çalmadığın şarkıları bile seslendireceğin, bol konuklu bir konserin olacak Zorlu PSM’de. Sürprizleri bozmadan seyircileri nelerin beklediğini senden dinlesek mi birazcık?
Geçen gün setlist’i de paylaştım esasında. Sıralamasız da olsa insanlar şarkı listesini gördü. Geçmişimde 6 albüm var bütün projelerle birlikte. Bunların hepsini çalamıyorsun normalde sahnede. Ve ben bu sefer hiç çalmadığım şarkıları da çalmak istedim. Sahnede hiç yer vermediğim ve yine eski projelerden çaldığım şarkıların da olduğu şekilde 10. yılımı kutlamak istedim. Çünkü 2014’ün sonunda çıkmıştı ilk albüm “Tear“. Üzerinden bir 10 sene geçti. 10 senede de çok şey yaşandı. Ben neler olduğunun özetini insanlara anlatmayacağım tabii ki. Bunu çalarak insanlara anlatmak istiyorum. Tek seferlik bir gece olacak. Özel konuklarım da var. Aga B var, Can Kazaz var. Ben Türkçe pop dinlemiyordum çocukluğumda da. Ama özellikle 2010’larda ne kadar güzel şeylerin olduğunu fark ettim. Kulağıma vaktinde, yazlıkta bir yerlerde veya kantinde çalınan bütün o şarkılar aslında bir anı havuzu oluşturmuş bende. Onları da dinlemeye başlayınca çok kaliteli işler olduğunu da farkettim. Ama tabii Sibel Alaş, 1995 yılına dair hatırladığım en önemli şeylerden biriydi. O, onun “Adam” şarkısı ve o şarkıyı cover’lamak da bana gurur verici bir hadise olarak dönmüştü geçen sene. Böyle bir kutlama yapacaksam Sibel Alaş olmadan olmaz diye düşündüm. Geçmişte bir sürü insan var benim müzik yaptığım. Hâlâ da öyle. Her sene bir konuklu konser yapıyorum ama bu seneki konuklu konserimde gerçekten üç konuk olsun. Birlikte paslaşalım. Ama daha çok insanlara 2-2.5 saat sürecek genel bir şey yapayım dedim. Bir zaman tüneli üzerinden hikayeleri anlatayım. Çünkü benim müziğime dair zaman çizelgesini onlar da benim kadar biliyorlar. Dolayısıyla duyanların, bilenlerin geleceği özel tek seferlik bir 10. yıl kutlaması olacak aslında. Bunu özellikle en başta bir 10. yıl kutlaması olarak duyurmak istemedim. Şimdi yavaşça o vakit gelmeye başladıkça ben artık bunun bir 10. yıl kutlaması olduğunu söylemeye başladım. Çünkü şey, bir yandan da utanıyorum yani Barış’ın 10. yılı, “Barış’ın Altın Günü” gibi algılansın istemiyorum.